Köklenmek

Etiketler

, ,

Sevdik bir can göçmüş bu dünyadan. Başımız sağ olsun…

Çok üzüldük. Çok çok üzüldük. Yazık. Başımız sağ olsun…

“Nurlar içinde yatsın” yazma! Sağcı sanırlar. Yaftalanırsın.

Gencecikti. Dünyaya sevdalıydı. Çılgınca uğraşlarla yendiği hastalığından sıyrıldığı gibi yaşama atmıştı kendini: “Hiçbir yere ait olmak istemiyorum. Hiçbir dünyaya bağlı kalmak, -KÖKLENMEK- istemiyorum. Bundan sonra ikametgahım da yok benim. Mutlu olduğum yerde yaşayıp, huzursuzlanınca da başka yere geçeceğim.” Bunları anlatırken ışık ışıktı gözleri.

O zaman “ışıklar içinde uyusun.” “Hmmm, solcuymuş” derler hem. Gerçi arada bir grup var, kızıyor böyle tabirlere. Hem insan nasıl uyur ki ışıklar içinde? Bu ışık o ışık değildir belki de. Dur bir dakika! Işık dedim! Bir gruba ait sanırlar mı beni acaba?

“Belki yurt dışına giderim” demişti. Dolaşmak istiyordu. Çok dolaşmak. Kalabalıklar ortasında oturmak. Ne gülmüştü son buluşmamıza maskeyle gittiğimde! “Çıkar şunu artık! Bir sen kaldın herhalde. Ben bile takmıyorum.” Utandım elbet ama onu öyle ışıltılı kahkahalarla güldürdüğüme de mutlu olmuştum usul usul. Onca acıya rağmen takılmadığı hayatın ikinci hatta üçüncü yarısını da en güzelinden yaşamak istiyordu artık. Her şeyi, herkesi anlamaya çalışarak. Kendini aşarak.

Çok sevdiğim bir kahvede oturmuştuk. Nefis tostundan ısmarlamak istemiştim de dışarıda yemek yememesi gerektiğini söylemişti sağlık sebebiyle. Hatta kendi toprağında sebze yetiştirmekten bahsetmişti.

“Toprağı bol olsun” mu desem? Sıkılmaz mı aynı toprakta çakılı kalmaktan?

Kızmayın yazdıklarıma. Yargılamayın beni. Işık ışık gözlerle hayata yeniden doğmuş Seyhan da olsa böyle bir yazı yazılsın isterdi ardından.

Hassas bir konu. Altı yıldan fazla olmuş bu konuda notlar alalı ama birilerini kırmaktan korkup yazamayalı. Onca can yitirdim altı yılda… Her biriyle biraz daha öldüm. Son görevimmiş gibi, her seferinde bunları yazmam gerektiğini düşünmeden de edemedim.

Son görev… Hepimizin derdidir son görevini yerine getirmek. Kendine düşeni halledip huzura ermek.

Sonu olan her şeyin bir de ilki vardır aslında. Son görevinizi yerine getirebilmeniz için önce ilk görevlerinizi yerine getirmiş olmanız gerekmez mi? Yaşarken, henüz içinde nefes, yürek, hisler ve düşünceler varken yani kırılgan bir can varkenki görevlerinizi.

Soğuk bir akşam bir kafede soba başına toplandığımız için tanıdığım bir kadınla hiçbir bağımız ve ortak davamız olmamasına rağmen ara sıra arayıp sorarak, onu önemsediğimi ve görmek istediğimi hissettirerek, bütün kulaklarımı sonuna kadar açıp dinleyerek ve rahatsız etmeden elini tutmaya çabalayarak yerine getirdim ben görevimi. Kalbime olan görevimi. O da bana, küçücük şeyleri dert etmemeyi anlatmaya çalışarak yerine getirdi insanlık görevini. Pandemi döneminde yaşadıklarımın ağırlığından utanmamı sağladı, ilik nakli sebebiyle bir hastane duvarına bakarak geçirdiği ayların sıkıntısını resmederken. 2022 Nisan 1’de bunları konuştuğumuz kahveye bir daha aylarca gitmemiş, dün ilk kez ayaklarıma uyup kuzu kuzu ulaşmış ve Seyhanımızı anmıştım. Çok sevdiğim yerde yediğim nefis tosttan nedense rahatsızlanarak kalkmış akşam eve vardığımda da vefat haberini almıştım.

Köklenmek istemediği halde toprağı bol olacaktı şimdi… Bizse Facebook paylaşımının altına ne yorum yazmamız gerektiğini kestirmeye çalışıp emoji seçecektik… Başımız sağ olsun… Bizim başımız… Biz…

Kendiniz düşünün: İş yerinden bir tanıdık öldüğünde gerçekten bu insanın yaşamının sona erdiğine mi üzülüyoruz yoksa ölümü çok yakınımızda hissettiğimiz, bize de dokunabileceğini fark ettiğimiz için mi? Cenaze törenine koşa koşa gitme isteğimizi ölen can görebilecek mi?

Son görevimiz kime karşı gerçekleştirilmelidir? (Ya ilk görevimiz?) Cenazeye katılmak, geride kalanlara karşı bir görev olabilir anca. Kendisini gerçekten tanıyan tanımayan el alemin sökün etmesinin bir tek mevtaya herhangi bir faydası yoktur. Ardında bıraktıkları için iyi gelebilir ama çoğunlukla, geride kalan ailesine de yararı yoktur bu çakma kalabalığın. “Patron görsün katıldığımı.” “Belki bilmem kim beyi görüp yanaşır da şu meseleyi konuşabilirim.” “Ben gitmezsem dikkat çeker şimdi.” “Bu çevrelere yanaşırsam bir iş imkanı elime geçebilir.” Bunu bile bir sosyalleşme fırsatı olarak görenler yok mu?

Kızmayın bana cenaze merasimlerine katlanamadığım için. Babamın naaşına eşlikçi top arabası henüz köşeyi dönmeden dedikodumu yapmaya başlayan güruhu sopayla kovalamak istediğim için. Hayatım boyu hiç görmediğim onlarca insana lahmacun taşıyıp bulaşıklarını yıkadıktan sonra bir de babamın kılıcını istemelerine dayanamayıp patladığım için. Mevtanın eşyalarını yüzsüzce istemenin, hatta hengameden istifade edip çalmanın “hırsızlık” olduğunu düşündüğüm için. Törenden sonra bir daha asla kimsenin -desteğini- göremediğimize sevinmeme kızmayın…

Bencil olmak üzere tasarlanmışız belli ki… Ömrünce dine zerre kadar inanmayıp yaşımız yetmişi devirdiğinde mezarlık yanından dualar ederek geçmeye başlamamız nasıl açıklanabilir başka?

Belki haftalarca planları yapılmış tatlı bir yılbaşı gecesi, bir gece kulübünde öldürüldüğünü duyduğumuz insancıkların artık dans edemeyeceğine, hatta nefes alamayacağına ve ayağa kalkamayacağına mı ağlıyoruz yoksa eğlence hayatımıza ket vurmuş olmasına mı? Ölen adam için, ‘yılbaşında’ ölmüş olmanın bir önemi yoktur ki… Geride kalanlar için vardır ama. Her katliamın ardından olduğu gibi rahat çıkamaz oluruz dışarılara.

Çevremizde ölen arttıkça aşı sayımızı çoğaltırız. Birileri gittikçe malımızı mülkümüzü sigortalatırız. Hep ve daima kendimize odaklanırız…

İnanç Ayar, Girişimcilik Podcastlerinin 140. Bölümünün son yedi dakikasında, Ankara’da bir grupla çalıştığı dönemde tanıdığı, iletişim alanında eğitimler veren bir beyden bahseder. Bu eğitimci beyefendinin yıllardır gittiği bir berberi varmış. Birçok bey gibi o da berberini değiştirmeye hiç niyetli değilmiş ancak bir gün berberinin çok çok yaşlandığını fark edip telaşlanmış. Yok, berbere üzüldüğünden filan değil. Kendisi için kaygılandığından. Berberim birden pat diye ölürse ben ne olurum diye gerildiğinden. Berbersiz kalıverme kabusundan. Henüz çok -köklü- oluşumuzdan. Başımız sağ olunca başımızı traş edecek adam bulamama korkusundan. “Ya bu ölürse” diye bir düşünceye kapılıp berberin oğluna da arada ufak ufak traş olmaya başlamış. Çok sevgili İnanç Ayar’ın “Gogolyen” diye tanımladığı bu eğitimci bey karakteri, benim de bu yazımda söylemeye çalıştıklarımı özetlemiyor mu sizce de?

Aramızdan ayrılışıyla yazıma can veren Seyhan olsa küçük şeylere kafayı takmamamızı ve ‘şu an’ı yaşamamızı söylerdi kendisine de…

Nedir şu an?

Bu yazıyı bile aniden okullar tatil edildiği için yazabiliyorsun. Yoksa iş yerinde koşturacaktın gün boyu. Çünkü biz, yaşamasına bir süre daha izin verilenlerdeniz. “Hayat devam ediyor” sarhoşluğundakilerden. Mobilyanın tozlanmasını hâlâ dünya meselesi sayanlardan… Toprağımızın bol olması için yaşamı tüketecesiye yırtınanlardan.

Köklenmedi. Balkonda bile olsa bir saksı toprağı yok artık onun… Nurlar içinde uyur mu bilmem ama güzel kalbinde ve zeki beyninde hiçbir ışık kalmadığı da kesin… Yaşarken birbirimize ne tattırabildiysek o var geride. Ama o bile sadece benim içerimde… Benim başımın içinde. Dünyanın en kıymetli varlığında.

O zaman yine tüm bencilliğimizle: Başımız sağ olsun…

Şaka gibi bir 1 Nisan günü yeniden bulmuştum seni. Nefis bir 29 Ekim kutlamasının ardından aynı mekana çektin beni. Anladım ki bu kez sonsuza dek yitirmişim sevgini.

Varlığın yaşamıma değer kattı. Seni özleyeceğim Seyhan…