Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Ülkede en çok duyduğum sözcüklerden birini başlığa taşıyarak başlayayım dedim gezi notlarıma. Önceki iki bölüm, bu güzel ülkeye girmeden önce edinilen bilgi ve deneyimime dairdi biliyorsunuz. Bu birkaç günü de ülkede tuttuğum günlükten kırparak aktaracağım. En son da kendi “Kısa Kısa” bölümümü düzenlemeyi planlıyorum. Umarım birilerine faydası olur öğrendiklerimin.

25 Ocak 2023 Çarşamba sabahı beşte havalandık nihayet. Uçak saatinde yapılan ani değişiklik, planlarımızı da bizi de epey sarstığı için ülkeye girişimi doğru düzgün hatırlamıyorum diyebilirim. Ne kontrol noktaları ne bavul. Sadece, Beyrut Havaalanında otururken “buradan gitmemiz lazım” dediğimi biliyorum. Kaynaklarda gördüğümüz bilgiler o kadar havada ki nasıl gideceğimize dair hiçbir fikrimiz yok. Metro ya da Über lafı hiçbir yerde görmedik. Kimi diyor otobüs var kimi diyor tek çaren taksi, başka hiç araç yok. Antalya’dayken yazıştığımızda ev sahibimizle, taksi için 30 Dolar demişti havaalanından evimize. Ama bu miktarın çok olduğunu da okumuştuk (çoğunluk yirmi dolar iyidir diyor). Ev sahibi kazık mı atıyor daha varmadan? Bilinmez. Belki üşengeçlikten sallamıştır belki kendisi de taksi şoförüdür.

Beyrut’ta da Internet pakedi edinme konusunda kararsızdık. Havaalanında aşırı pahalıymış. Şehirde bakarız dedik. Şimdiden söyleyeyim, şehirde hiç alma ihtiyacı duymadık. Oturduğun her yerde WiFi var neredeyse. Yok deseler de zorlayınca var oluyor. Kaldığımız yerlerde de hiç problemsiz netimiz vardı. Bir de şu havaalanından gidebilirsek…

Eşim durumun ciddiyetini algılayıp dışarı koştu araç bulmaya. Az sonra döndü Ahmad ile. 15 Dolara güler yüzlü güzel insanla evimize vardık. Lübnan bizden bir saat geride. Yani saat yedi buçuk-sekiz arası evin önündeydik. Check in saat üçte ama biz yıkılıyoruz. Dün onu da sormuştuk erken girebilir miyiz diye. Bilmem ki filan diyerek yuvarlak bir yanıt gelmişti. Ne yapacağız o saate kadar bu halde bilmem. Mecburen indik arabadan, dolandık biraz sokakta bir aşağı bir yukarı.

Epey aydınlık ve kalabalıktı aslında. Ne çok insan var. Açık mekanlar var ama bizde Lübnan parası yok. Kahveci bozabileceğini söyleyince hemen birer kahve aldık. Sonra bir yerde pide kılıklı atıştırmalıklar bulduk. Bir peynirli, bir domatesli pidemsi/poğaçamsıdan paylaştık birer tane. Sonraki günlerde algıladık bunların yememiz gereken kahvaltılıklar olduğunu. Pek güzel geldi.

Gözümüz açıldı biraz ama yine de olmayacak gibi. Ölüyoruz uykusuzluktan. Bir de baş ağrısı musallat oldu… Fatih odayı bir kontrol edip gelmiş ve henüz hazır olmadığını söylemişti. Girişteki duvara monte edilmiş minik lockerlar var. Herkesin anahtarı kendi kasacığında duruyor. Şifreyi dün gece WhatsApp mesajıyla yollamışlardı. Dayanamadık. Anahtarı alıp girdik odaya, kapıyı da açık bırakıp uzandık çarşafsız yatağa. Anında kopmuşuz horul horul. Karşımda şaşkın bir avuç adam görünce balkona çıkıp uyudum. Onlar temizliğini bitirip gidince pijamayla yatağa geçip uyudum. Oh be! Türkiye saatiyle 2, Lübnan saatiyle 1’e kadar. Rüya gibi bir giriş yapmış oldum ülkeye. Televizyona baktık biraz da boş boş. Netflix var diye sevindik. Odayı pek algılamasak da Internette göründüğünden epey farklı olduğu ortada.

[Üç gecesi 2 bin 646 Türk Lirasına balkonlu, merkezi ‘Bohemian Studio in Mar Mikhael’ – Odanın adı: Saffron]

Yerleşip çıktık hemen daha fazla zaman kaybetmek istemeyerek. Nereye gitmemiz gerektiğine dair de fikrimiz yok. Yön duygusu sıfır henüz. Harita yok, net de yok. Eşim diyor bu tarafa, ben gidiyorum diğer tarafa. Karşıya geçip deniz olduğunu düşündüğüm yöne doğru yürüdük. Harika yapılar. Büyüleyici.

Ve denize vardık. Denizin kokusunu her yerden alırım. Hele de Akdenizimin… İki buçukta çıktık odadan yerel saatle. Cebimizde sabahtan kalan paranın gerisi var ama meblağa dair hiçbir fikrimiz yok. Öyle farklı ki oturması zaman alacak. Fiyatlara Internetten bakarsan saçmalıyor. Sabah kahve aldığımız yere beş dolar verdik. 220.000 Lübnan parası verdi geriye. Kaç paraysa artık kahve? Sonra yediğimiz pidelere de 120.000 verdik. Demek ki yüz bin Lübnan parasıyla ayrılmışız odadan. Ne anlama geldiğine dair hiçbir fikrimiz yok. Ama sonuçta, $5 bozdurup harcadıktan sonra geri kalan bir şey. Internetin hiç faydası yok. Örneğin havaalanı-otel arası Über baktık. 190 bin diyor. Türk Lirasına çevirince nette iki bin beş yüz liraya tekabül ediyor. On dakikalık yol 2500 TL mi?! Öyle değil elbet. Ama sonra anladık. Döviz bürosunda $1=55.000 LBP görünce netleşti. Yani 190.000 Lübnan parası üç buçuk dolar civarı oluyor normalde. Kredi kartı ya da herhangi bir banka işi kullanmazsan. Yani 65 TL civarı (2500 değil). Yani havaalanından Über tutarının doğru karşılığı. Dolayısıyla Über de mümkün taksi de ama yanınızda mutlaka döviz götürmeniz gerekiyor anormal paralar vererek soyulmak istemiyorsanız.

Az daha rahatlayınca ana caddede karşımıza çıkan minicik lokal büfeden yine kahve aldık. Çok tatlı gençler. Hemen sohbete duruyorlar. Gülüşleri muazzam. Maviş gözleri sıcacık. Tabureleri çektiler hemen buyurun diye. Dedik yeni geldik daha, gezeceğiz. “Gidin, gezin, gelin de oturalım” dediler. Öyle olmadı ama yine de iyi geldi.

İki shot kahveye otuz bin verip yürümeye devam ettik iç his kokularını takip ederek. Hiçbir şey araştıracak halimiz yok. Piyangodan çıkmışçasına yaşıyoruz bugünü. Sağımızda koca gemilerin yattığı bir alan bize eşlik ediyor.

Derken gördüğümüz döküntüler bizi şüpheye götürüyor: Yoksa 2020’de patlayan ve yüzden fazla kişinin öldüğü bölgede miyiz? Evet öyleyiz… Çok acı görüntüler var. Binalar olduğu gibi duruyor. Ölenlerin fotoğrafları cadde yanı korkuluğu süslüyor. Yamulmuş, dökülmüş, çökmüş korkutuculuktaki korkuluğu… Resimler çizilmiş… Yazılar yazılmış…

İngilizce sözler de koymuşlar her yere. Unutulmasın ve herkes anlasın diye belli ki…

Üzüle üzüle, koca caddenin karşı tarafındaki binaların bile harabeye döndüğünü göre şaşıra yola devam ettik ama karşıya geçemiyoruz bir türlü. Yolun ortasında koca bariyerler var ve geçit yok.

Otoban gibi burası. Yaya alt geçidi var iki tane ama koskoca dikenli tel bobinleriyle bariyerler kurulmuş. O yetmemiş, betonlamışlar hatta. Mecburen düz gittik. Yine sağlamca kapatılmış bir binanın önünde kalakaldık nereye gideceğimizi bilemeden. Binayı koruyan amca yanaştı yardım için. Hamra’yı sorduk aklımızda kalan tek şey olduğu için. Tarif etti. Türk olduğumuzu duyunca cüzdanından elli liralık banknotlar çıkardı. Belli ki o da gelmiş ülkeme. Şirin şirin gülüyor.

Devam ettik azıcık daha ve bingo!

Tüm videolarda gördüğüm binaları, objeleri çıkarıverdi yol karşıma. Ben orayı hemen ortalık bir yerde sanıyordum. Çok rahat ulaşacağımızı zannediyordum.

Zor olmadı ama o kadar burnumuzun dibinde de değilmiş. Beş buçuk kilometre imiş aramız. Bizim Air Bnb evimiz Mar Mikhael bölgesinde. Armenia Street. Simon Electric Centre yanında. “Merkezi” diye geçiyor web sayfasında. Ben de her şeyin evimize yakın olacağını düşünmüştüm. Burayı gezmek içinse yürümen gerekiyor epey ama Hamra’ya gitmek için daha da yürümen gerekiyor.

Bu bölgeye varınca anlamadık neden Mar Mikhael’de kalacağımızı. Tüm hayat burada ve orası pek ölü göründü gözümüze bu sefer. O tarafta sadece yapılar çok hoş ama her yerdeki binalar çok şık zaten ki.

İlk karşımıza çıkan dövizcide (Zayat) 100 Amerikan Doları bozdurduk.

5 milyon 5 yüz bini cebimize atarak -kısa süreliğine- milyoner olduk. Arapça iki laf edince aşırı tatlı gülüyor halk. Sadece “şükran” deyince bile yayılıveriyor inci dişli ağızlar. Milyonlarımızı alıp meydanı gezdik.

“Martyrs’ Square” buranın adı yani Şehitler Meydanı. Living Lebanon web sayfasının dediğine göre, meydandaki heykel (Martyrs’ Statue), Fransız mandası döneminde, 1930 yılında yapılmış İtalyan heykeltraş Marino Mazzacurati tarafından.

Osmanlı’ya karşı dövüşürken ölenler anısınaymış. Bu topraklar Osmanlı idaresindeyken, Cemal Paşa’nın I. Dünya Savaşı’nda öldürttüğü (execute) şehitlerden alır adını diyor kaynaklar.

Önce şüphelendim bu bilgiden ama sonra baktım tarihdergi.com sitesinde İlber Ortaylı ile yapılan bir geziden öğrenilenler de şu şekilde aktarılıyor: “Burası 1. Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa’nın Beyrut yakınlarında kurduğu mahkeme sonucu Şam’da idam edilen Arap milliyetçilerine adanmış.” (Serhan Güngör, Kasım 2018)

My Lebanon Guide der ki, ellilerde sinemalar, kafeler ve the red light district varmış buralarda. İç savaş yıllarındaysa, kenti ikiye bölen malum sınır çizgisinin bir parçasıymış yani yeşil hattın (demarcation line). Şu an daha çok üzerindeki kurşun delikleriyle dikkat çekiyor nitekim. 96’da restore edilse de dokunulmamış olan ve 1975-1990 arası savaş dönemine ait izler yürek yakıyor. Hemen karşısında Mohammad Al Amine Camisi salınıyor mavi mavi ama bu meydandaki yapılara ait daha fazla bilgi almak için tarihdergi.com’a bakabilirsiniz (Serhan Güngör, Kasım 2018).

Hamra nerede, hala bilmiyoruz. Orada oturan abilere sorduk. Arabayla karşıdan gidilse de güzel bir yürüyüş rotası istiyorsan daha uzun ve şık bir yol var dedi nefis İngilizce konuşan bir tanesi. Tabii ki şıkını istiyoruz!

Geldiğimiz yere (dövizcinin oraya) geri dönüp aynı yolda ilerledik. Polislerin koruduğu kısımlar var buralarda ama öyle samimi ve güler yüzlü ki polis, hiç tırsmıyorsun. Geçemedik diye demir bariyeri kaldırıp yol verdi ve göz kırptı sakızlı delikanlı. Eminim savaşırken de deli kanlı oluyorlardır ama. I Love Beirut yazısına da gelince iyice sevindim doğru yerlere ulaştık diye.

İlk günden gördük neredeyse tüm ünlü noktaları. Souklar var oralarda. Uzaktan bu lafı duyunca anlam verememiştim ben çünkü Arap ve benzeri kültürlerde souk denen şey eski usül sokak çarşılarıdır. Bunlar şık binalarda Gucci filan.

Pek dolaşma ihtiyacı duymadım önce ama aralarda tarihi kalıntılar ve onları anlatan fotoğraflar ve hatta heykeller, yazılar filan da olunca “şuraya da bir bakıp çıkalım” diye birine dalıyorsun, “oraya da bir gidip gelelim” diye merdivenleri inmiş bulunuyorsun. Böyle böyle derken nefis bir süpermarket bulduk.

Öylesine bir bakacakken daldık kaldık. Çok güzel. Temiz. Düzenli. Sanat eseri gibi şık.

Ama raflarda insanın aklı uçuyor fiyatları görünce. Alışmak zaman alıyor. Tuvalet kağıdı 346.999 para örneğin 🙂

Ekmek 46.000 Lübnan parası yani LBP (ama altında da $31 yazıyor.)

Şimdiye kadar gördüğümüz ilk süpermarket olduğu için bu, nereye gittiğimizi ve ne zaman varacağımızı da bilmediğimiz için, oradan dönüp dönmeyeceğimiz konusundan da bîhaber olduğumuzdan (ya da kaçta), yarın sabah kahvaltımızı alalım en azından dedik, dolaşmaya başladık. Veeee sürpriiiiz! Bolibif var burada!

Çocukluğumun Kıbrıs aşkı, en lezzetli anım Bolibif! Markası, rengi farklı olsa da tanıyorum kendisini. Fiyatları algılayamıyorum hala ama eşim 1 Doların 55.000 Lübnan Poundu olduğunu hatırlatınca, o mantıktan hesaplayınca rahatlıyorum. Bolibif 105.000 LBP yani 2 Dolar. Alalım alalım! Su, peynir, baget, en önemli varlığımız tuvalet kağıdımız da geldi. İçkiler son derece makul ama görmeye tahammül edemiyorum henüz.

Spinneys imiş marketin adı. Nefis bir market bu! İçinde yemekçi mekancıklar var. Mezeci, etçi, suşici… Döner masalı suşici hem de! Meyve reyonu tablo gibi. Epey Türk marka var. Bir oğlan sadece Biskrem alıp çıktı. Bizim etçi Nusret’in tuzları satılıyor. Marketin içinde tuvalet bile var! Bir bayan için en güzel haber 🙂

İşimiz bitince çıkıp Hamra peşinde koşmaya devam ettik.

Yine nefis binalar geçip bakmalara doyamıyoruz ama hava da karardı.

“On the Other Side of Time” adlı bu sanatsal çalışma, Saint Elias Maronite Church yanında. Kilise de çok hoş, bu heykel de… Eserin önündeki yazıyı bilgisayarda yazıp fotoğraf olarak paylaştım (üst galeride) ilgilenenler için. Dante’nin “İlahi Komedya” adlı yapıtından esinlenilerek yapılmış kısaca. Bab Idriss ise geldiğimiz bölgenin adı.

Kilisenin önünden yukarı devam ediyoruz. Üstte gördüğünüz Saiid Kobeisy adlı moda mağazasından sonra karşıya geçip sağa dönerek kapkaranlık sokağa dalınız tepelerden sarkan dikenli tel rulolarına dikkat ederek. Çünkü bu sokağın devamında başlayacak Al Hamra.

Karanlık sebebiyle fotoğraf çekilemiyor artık doğru düzgün. Bir IB okulu yanından geçip mutlu oldum (o da çok eski yapı elbet). Buralarda yollarda pek kullanılmayan trafik ışıklarından birini çöpte görüp çok güldük. Hem de Hamra’ya yakın. Rue 31’de. Yani Rue Hamra. Yani Hamra Street’de. Adı bile heyecan verici hiç uyumadığı iddia edilen bölgenin. Hamra yani kırmızı… Ama, yorgunluktan mı açlıktan mı dilenenlerden sıkılmaktan mı bilmem pek bir şeye benzetemedik mahalleyi. Çok aç olduğumuzdan yemek aradık önce yana yakıla. Yok. Yerli-yabancı, vlogger-blogger herkesin şiddetle önerdiği Barbar’ı sevmedim. Bizim üçüncü-beşinci sınıf lahmacuncular gibi göründü gözüme. Tereddüt süremiz uzadıkça çiçekçi çocuklar yapışıyor. Hızla uzaklaşıyoruz. Fazla da bir mekan çıkmıyor önümüze. Bunaltıyor. Burada da bir dövizci gördük. Dolar 56.000 imiş.

Ara ara ara yorulduk, bunaldık. Nispeten hoş gelen bir bara oturduk. İki bira istedik. Fiyatını bilmiyormuş atkuyruklu delikanlı. “Bir bakayım” dedi gitti, biraları getirdi. Her Türk bu durumdan korkar. Ama hiç korktuğumuz gibi çıkmadı Tipsy Goose Bar ve kendini güler yüzle ve mükemmel bir İngilizceyle bize tanıtan mavi gözlü sarışın Jad. Sonradan algıladık orasının aslında kokteyl bar olduğunu.

Biz yine de yerli arpa suyu içtik. Minik bira 80.000 LBP imiş tanesi. İlk sefer tam algılayamasak da haftanın sonunda farkındaydık Beyrut’ta içtiğimiz en ucuz biranın orada olduğunun. Yanında da havuç dilimleyip getiriyor. Son derece yardımsever ve kibar bir beyefendi. Müzikleri güzel. Müdavimleri sevimli. Caramel Boutique Hotel’in dibinde ayrıca. Mekana gelen çerezci bir kadından fıstık aldık bar müdaviminin yardımıyla. Şirin şirin “komisyon alıyorum” dedi. Değil tabii. Ev geçindirmeye çalışan o kadını tanıdığı için yardımcı olmaya çalıştı sadece dil konusunda. Müdavim insanı da aslen NYC’de yaşayan bir Beyrutlu imiş. Ghada bizi bir dizi uyardı ve telefonunu verdi bir şeye ihtiyacımız olursa diye. Benim telefondaki adımın alakasızlığını görünce, iyice sokulup “muhabarat?” diye sordu ve bastı kahkahayı. Çok harika ve aşırı samimi bir insan ama biz uykusuzluktan konuşamıyoruz artık. Açlıktan da havuç isteyip duruyoruz Jad’den tavşan gibi. Eve nasıl gitmemizi önerdiklerini sorunca Über dediler onlar da. Tipsy’ye bir araç çağırdık ve kalitesi üzerinden akan Mohammad geldi bizi almaya. İngilizcesi süper. Ülkesinin kendileri için ne kadar pahalı olduğundan yakındı. Elindeki paraları attı ve “kağıt bunlar, başka hiçbir şey değil” dedi. Hiçbir değeri yok… Dörde kadar bir yerde çalışıp akşamları da bu işi yapıyormuş. “Başka türlü mümkün değil geçinmem. Sizler için değil ama bizler için çok pahalı bu ülke!” Telefonunu verdi bir yerlere gitmek istersek diye. Kıyamam… Evin önünde inmemize rağmen market gereksinimimiz olduğundan ileri yürüdük.

Grab’n Go zincirinden bir adet görüp daldık ve ihtiyaçlarımızı tamamlayıp eve geri döndük (Marketlerin bedava torbalarının kalitesine hayran kaldığımızı söylemeden de geçemeyeceğim).

Mohammad kenarda durmuş müşteri bekliyordu… Sokak epey hareketlenmiş bu arada. Hemen altındaki yemekçinin (Tom & Mutz) kalabalığından, evin olduğu binaya giremiyorduk neredeyse. Sokağın gündüzki ölü halinden eser yok. O kapalı dükkanların altında ne çok restoran-bar varmış meğer. Merkezî miymiş ne? 🙂 Disko disko küt küt küt…