Etiketler

, , , , , ,

Beyrut’ta ilk günümüzde kenti anlamaya ve yerleşim yerlerini kavramaya çalışmış, şehrin belli başlı turistik noktalarını keşfetmiştik: Gün 1

Gelelim ikinci güne…

Gece uyumadım ya ağrıdan. İlaç da yok yanımda. Balkonda kahvaltı edip güneşten gözümü de açamaz hale geldim. Tamamdır. Hazırım güne 🙂 Kendimi daha iyi hissetmeme yardımcı olur belki diye biraz şımardım da. Mizansen yazıp olmayan YouTube kanalıma çekim yapıyorum güya.

Bugün 26 Ocak 2023 Perşembe. Güvercin Kayalıklarına (Pigeon Rocks) ve Port’a (liman) gideceğiz. Bir gibi çıktık. Bu kez Über’le gidip yürüyerek döneceğiz. Tam kapının önünden aldı bizi Hassan. Genç bir delikanlı. Dün yürüdüğümüz yolu yani kent merkezini bu kez arabayla geçerken nefis çekimler yaptık. Ayrıca Hassan bize hoş tekliflerle geldi. Kendisini tüm gün bize ayırabileceğini ve üç mekanı da bir güne sığdırabileceğimizi (Byblos, mağaralar, teleferik) ve bunun için toplam maksimum 80 Dolar alacağını söyledi. Telefonlar alışıp verişildi. Eşimin telefonu Arapça yazıyor zaten artık 🙂 Hedef noktamıza gelince Hassan’a 160.000 LBP verip indik arabadan. Hatta onu da “bu benden olsun bro, verme istersen” dedi. İstemezük…

Kaynaklara göre Raouché (Raoucheh) (Fransızca ‘kaya’ karşılığı), çokça restoranı, lüks apartmanları, kayalıklara oturtulmuş ve Avenue de Paris’i oluşturan kafeleriyle ünlü bir semttir. Paris Bulvarı, meşhur kornişin bir kısmını oluşturur. En güneydeki kısmını. Pigeon Rock (Güvercin Kayası) da denen Raouche Rock ise denizdedir ve sahilden 60 metre yüksekliktedir. Rotana Times der ki: “Genişliği 25 metredir. Manara adlı 10 kilometrelik korniş hemen yanındadır. 13. yüzyılda bölgeyi vuran bir deprem sonucu doğal olarak oluşmuştur.” Living Lebanon adlı web sayfası da şöyle diyor: “10 kilometrelik al-Manara Kornişi, adını deniz fenerinden alır ve Ain al-Mreisse’den başlayıp Raouche bölgesini geçene kadar devam eder. Yazın bu kayalıklar güneşlenen adamlarla ve delikanlılarla dolu olur. Kahve, çerez ve çanta biçimli yuvarlak ekmek (ka’ak ya da ka’ik) arabalarıyla satıcılar dolaşır buralarda.”

Bakacağız bakalım…

Tam indiğimiz yerin altı Güvercin Kayalıkları. Dışarıdan kıro bir mekan gibi görünse de aşağısı wow!

Bir Internet sayfasında yazdığı üzere, en sıradan çekeceğin fotoğraf bile kartpostal görünümünde oluyor.

Gerçi biz Falezler memleketinden geliyoruz ve bizde kralı var ama yine de enfesti.

İnip dolaştık. At turu ya da bot turu alabiliyorsun. Almadık tabii. Küçücük yer. Bakındık, çıktık.

Pis bu arada. Çok çöplü ve kokuyor. Oraya inmeden yolun karşısından aldığımız kahvelerin kabını bile bıraktık biz de etkilenip orada. Ayrıca çok fazla ilginç tipli oğlan var önünde. Muhtemelen Suriyeli burada bekleşenler. Ben tam adını koyamasam da farklı olduklarını algılıyordum bazı insanların ama Suriyeli oldukları fikrine dün barda konuştuğum yeni arkadaşımın söyledikleri sonucu vardım. Son derece tatlı ve insancıl bir kadın olmasına, herkese yardıma çabalamasına rağmen bu konuda bizi ciddiyetle uyardı. Bize dikkatli olmamız gerektiğini anlatmaya çalışırken “Çok fazla Suriyeli var. Bu insanlar için bunları söylediğim için üzgünüm maalesef ama dikkat etmeniz gerekiyor” dedi üzüntülü bir yüzle. Kendi nüfusuna kıyaslanınca en fazla mülteci alan ülke diye biliyorum. Örneğin NRC (Norveç Mülteci Konseyi) sitesinde, Lübnan’ın bu konuda açık ara farkla birinci sırada olduğu yazıyor: “Turkey has provided protection to more refugees than any other country in the last ten years. But in terms of refugees as a proportion of the total population, no country comes close to Lebanon.” (29 Haziran 2022 tarihinde güncellenmiş haliyle). Ya Ghada söylemişti yine dün sohbet ederken ya da bir kaynakta duymuştum Beyrut’un 2,400,000 civarı olan nüfusunun bir milyon kadarının (ya da yarısının) Lübnanlı gerisininse Suriyeli-Filistinli ya da başka kökenlerden olduğunu. Onun kaynağını bulamadığım için bu konuda bir yorum yapamayacağım.

İnişi çıkışı dandik zaten kayalıkların. Yol yok doğru düzgün. Videosunu izlediğim bir İngiliz çift buradan inmeye çalışırken tedirgin bir sesle “I don’t think this is the official way” diyordu. Yani yanlış yerden gittiklerini düşündüler ama onların öyle olmasını beklediği gibi ‘official’ bir yol yapmamışlar zaten. Patika. Ana caddeden ineceğin yere de çakma iki basamak koymuşlar sadece. Çıkarken kılıksızın teki tam oraya dikilmiş, çekilmiyor. Daldıracaklar adamı zorla! 🙂 Turistik bir de oralar! Kahvelerimiz 40’ar bin LBP idi bugün. Tatlı minik bir kurabiyecik görüp sordu orada eşim. 120.000 dedi adam. Bıraktık… Fıstık aldık 30.000’e. Ben Victoria’s Secret tarzı bir koku görüp sevdim. O da 80.000 LBP idi! Çok tutarsız rakamlar.

Güvercin işleri bitince merkeze doğru yürümeye başladık. Nefis mekanlar var kayalıklara yerleşmiş. Ciksler var. Pahalılar. ‘Bay Rock’ yazanı meşhur belli ki. Gitmeden önce çeşitli videolarda görmüştüm kendisini. Geçtik onu da. Büfe vardı basitçene. Oraya çömdük.

Tam Güvercin Kayalarına bakıyor bar tipi, pencereye dayanmış masacığın sandalyeleri. Beirut birası da var fıstık da. Daha ne isteyelim? 45.000 LBP 25lik biraların tanesi. İki tür fıstıkla birlikte 250.000 tuttu.

Güneş çok rahatsız etmeye başlayınca kalktık. Sonuçta yolumuz da uzun. Merkeze doğru yürümeye devam. Lüks restoranlar geçip burnu döndük ve Korniş boyu ilerledik.

Corniche, bu tür toplumların ya da coğrafyanın zaman geçirmeyi sevdiği yer. Bir dağın tepesinde ya da kayalıkların üzerinde oluşturulmuş yol. Buralara Fransızcadan geçmiş olsa da orijini İtalyan. Casablanca’da da var örneğin. Yiyip içmece, gevremece ailece. Ama bilmem kaç kilometrelik (on diyen de var 4 de 7 de) bu kornişin ileri kısımlarında bolca spor yapan gördüm.

Fotoğrafçılık kursuna katılmış bir grup. Üniversite öğrencileri. Zaten Amerikan Üniversitesi de orada, tatlı tatlı denize bakıyor. Denizden çok yüksek değil korniş ama aşağısı hep kayalık. Balıkları görüyorsunuz. Balıkçıları da. Ama bolca sıçan da… 😦 Yol boyu yerleştirilmiş banklar hep birilerinin adına yapılmış. Belli ki parasını verip, ölen yakınlarının adını yaşatabiliyorlar. Ya da banka, mağaza gibi isimler de var.

Koca yolun ortasında bir yerde artık biraz zorlandık. Tuvalet ve soluklanma ihtiyacımız oldu. Gerçi daha önce tatlı bir balık lokantası da görmüştük ama emin olamamıştık. Deniz Fenerinin dibinde, tam da denize doğru yerleşmiş bir mekan görünce yanaştık.

Tam lokal yiyeceklere ulaşamasak da oturmaktan keyif aldık.

İki fıçı bira ve tavuk quesadilla alarak Lübnan’da Meksika’yı andık. Hiç fena yapmamışlar bol malzemeli. Tuvalet nefis.

Mekan süper. Garsonlar şirin. Arkadan koca şilepler geçiyor ağır yükleriyle nazlı. Bir-iki jet ski reklam turu atıyor. (Manara) Deniz Feneri’nin eteklerinde gün batıyor. Fenerin adı Al Manara. Anlamı “ışık”. Kornişin adı da Manara. Oturduğumuz restoranın adı da Manara Palace Café. 16:40’ta kalktık oradan çünkü güneş gittikçe ve tatlı Akdeniz çaktırmadan esip titretince ağrılarım da kendini hissettirmeye başladı iyiden iyiye.

Hesabımız 535.000 para tuttu. Kasada ödesek de çakal garson gitmeyince 50.000 LBP bahşişi kaptı. Bahşiş konusunda, burada %10-%15 uygundur diye okumuştuk. Ama az daha fazla versen daha şık olurmuş. Halk zor kazanıyor nitekim.

Ağrılarım eşliğinde yat limanını aradık. Daha önce söylediğim üzere, Internetimiz yok bu arada. Havaalanında satılan pakedin anormal pahalı olduğunu okumuştuk. Şehirde de henüz rastlamadık ama zaten tüm mekanlar WiFi şifresi veriyor. Kalacak yerler de öyle. Gayet de iyi çekiyor. Gelmeden pek iyi şeyler okumamış olsak da biz burada kaldığımız hafta boyunca hiçbir kesinti ya da donma yaşamadık. Ayrıca kent de o kadar kompleks olmadığından zorlamıyor yol bulma adına. Internet olmadan da yolları gösteriyor zaten telefon. Biz de portun az ötede olduğunu fark edince, karanlık da olsa yürüdük limana.

Port (liman) girişi pek net algılanmıyor. Bir restorana iniyormuşçasına dar merdivenler kıvrılıyor aşağı doğru. Kapıda da görevli olunca tam anlaşılmıyor. Hele de karanlıkta. Gelmeden duymuştuk şehirde birçok yere elektrik verilmediğini ya da belli saatlerde verildiğini ama geldiğimizden beri ışıksız hiçbir yer görmediğimizden algılamamıştık bu durumu. Kentin elektriksizliğini bugün birazcık hissettik artık. Ama sadece burada ve ana caddede ve bir eczanede. O kadar. Gerisi ışıl ışıl… Zaitunay Bay de hem bu kadar karanlık ve hem de şıkır şıkır olmayı nasıl başarmış bilemiyorum.

Keyifliydi görmesi ama yatımız olmadığına göre, buradaki kafelerden birine oturmayı da planlamadığımıza göre terk-i diyar eylemeli. Çıktık diğer merdivenlerden. Sola dönüp yola devam. Burası da çiçekçi çocuk dolu. Eline tek sap çiçek alan yapışıyor turiste. Suriyeli aileler oturuyor orada burada kalabalık gruplar halinde. Ne çabuk algılamaya başladık… Ortalık o kadar karanlık ki göze alamadık bu ana caddeden yürümeyi. Son derece işlek ama trafik lambasız caddeyi cep telefonu fenerini sallaya sallaya ve koşarak geçtik, bir arka sokağa daldık.

Narnia! Şakır şakır ışık içinde her yer! Aşırı lüks bir semt. Anormal pahalı restoranlar önünde feci modelli arabalar… Aralardan seğirte seğirte souklar sokaklarına geldik yine.

Sokakta tepeden “Hope” kelimesi sarkıyor ya da “Love is the answer” gibi yazılar yazıyor ama acayip posh ‘Gucci’ filan satılan koca mağazalar arasında cevap sevgiyse soru ne acaba? Sevgi Gucci alır mı bilmem.

El Emin Camisinin o tarafa gelince trafik ışığı görüp (ilk defa) kutsadık ama kimse ciddiye almıyor o ışıkları da. Koş! Gündüz Überimizin geldiği daha kestirme ve aydınlık sokağı bulup Armenian Sokağa doğru ilerledik.

Nefis yapılar çıktı karşımıza ama çok karanlık. Ya görmüyoruz doğru düzgün ya da durmamayı/girmemeyi tercih ediyoruz. Fakat muhakkak gitmeli oralara aydınlıkta. Nefis, koca yapılar. Biri okulmuş!

Bir kiliseye bakarken yaşlı bir amca yanaşıp Fransızca olarak bilgi vermeye başlıyor. Ceketli meketli, süslü ve boynunda haç var kocaman. Ama az ötede daha görmüştük kendisini. Bu kadar karanlıkta da fazla dinlemek istemedik. Geçen arabalardakiler de bir sorun varmış gibi bakıp kalınca insan daha da ürküyor. Çok eski yapıymış. 4.Paul zamanından. Bombalanmış. Olmayan Fransızcamla doğru anladıysam.

Evsizler görüyorum. Yoldan geçen delikanlı durup bir şeyler veriyor. Korkmuyor. Dilenci de çok burada. Ama kimse bir şey demiyor. Öylece dolanıyorlar. Lüks restoranların, barların olduğu kısımlarda elinde tek bir çiçekle gezen çocuklar çok. Yapıştılar mı gitmiyorlar. Yanlarından geçerken Türkçe filan konuşmayın. Yanınıza gelirlerse de “lee, şukran.” Gidiyorlar genelde. Ama bu akşam bu sokakta bir grup motorlu genç durdu yanımızda. Anlamadık dediklerini ama onlara da “le şükran” deyince bir tuhaf baktılar. O sırada askeri jipli kocaman bir adam da oradan geçiyordu ve o da o gençlere çok ters baktı. “Yalla nemşi ya şebap” deyip uzadı onlar da şükür. Bir baktık, restoran filan bitmiş, bomboş kalmış yol. Issız. Uzaklaşacak yer de yok. Daha süratli gittik. Bar filan buldukça da bira fiyatı sorduk buralarda daha ucuzdur diye. Arkamıza bakmadan koşturuyoruz bir süredir, oturup soluklanalım azıcık dedik. Daha ucuz değilmiş meğer. Bizim eve yaklaştıkça fiyatlar artıyor. Hamra’da 80.000’e içtiğimiz bira bu sokağın başında 150.000 idi. Eve yaklaştıkça 200.000’e çıktı. Can sıkıyor. Zaten duman dumana. İlk gün benim ölü mahalle gibi gördüğüm sokaklar akşamdan itibaren komple barlar sokağı oluyor. Tıklım tıklım. Bütün kaldırımlar işgal. Hatta kaldırım başlangıçları koca zincirlerle kapatılıyor. Kaldırım etrafları da naylon koruyucularla. Geç geçebilirsen. Duman altı oluyorsun etabı tamamlayana dek. Geçmen için kenara çekilip yol verirlerse elbet. Cadde de tamamen karşılıklı araba dolu. Bu akşam geri geri gelip park etmeye çalışan ama o sırada cep telefonuna bakan bir gerzek kız çarpıyordu bize (biz de nefis bir katedrale bakıyorduk ağzı açık). Sokaktan geçen genç bir sürücü “Kamala Kamala” dedi de dönüp baktım ve arabayı gördüm. Çekildik kenara. Kız pek oralı olmadı. Çok lüks ve aşırı büyük araçlar. Yol minicik ama fark etmiyor. Her yerine her şekilde park ediyorlar. Yayanın geçebileceği bir santim bırakmıyorlar dip dibe jip park ederken. Yoldan yürüyorsun. O şekilde giderken bir eczane bulduk nihayet. Kapalı mı açık mı belli değil. Kapı kapalı. Bir tanecik fener yakmışlar gibi bir ışık var dükkanın tek bir köşesinde. Gerisi karanlık. Açıkmış ama. “İngilizce bilen” kadın geliyor. Majezik yokmuş bu ülkede. Brufen verdi 400 mg. Fiyatı 300.000 LBP imiş. Biz düşünüp kalınca dudak büktü. En ucuzuymuş o. Alıyorsan al. Mecbur alacağız. Bizden parayı aldığı gibi soğuk bir “welcome” çekip tampon almaya gelen kıza geçti. Grab’n Go marketimizden de alışverişimizi yapıp erkenden odamıza kapatıyoruz kendimizi. O kadar erken ki hatta, eşimin paralarını sayarken videosunu çekmiştik çok komik diye, video saatine bakıyorum. 20:00 diyor. O kadar yani. Yoruyor bu şehir bugün. Balkonda geçiririz geceyi sakin sakin diyoruz ama bu kez de yan odayı tutanlar kuduruk çıkıyor. Bir çift kikirdeyip duruyor Arapça. İki odanın balkonu aynı gibi olduğu için sıkıntı.

İçeri girip panjurlarımızı iyice kapatıp yatağa uzanıyor ve minnak bakkaldan aldığımız Jägermeister’dan içiyoruz Lübnan’ın Siirt fıstığıyla 🙂 Bir de film koymuştuk Yunan adasında geçen cinayetli ama yine film beni seyretmiş. Arap çift bir tur döndürüp keyif sigaralarını bizimle de paylaştıktan sonra gidiyor saat 11’de. Zzzzzz……

Öyle işte… Beyrut’umun Kornişi de gümüştendir gümüşten…

Reklam