Etiketler

– Gerçekleri gör artık.
– Gerçekçi ol biraz!
– Gerçekler acıdır…

Ömrümüz boyunca azımsanmayacak kadar sık duyduğumuz tümcelerdir bunlar. Hele de oyun oynamayı, yaşamdan keyif almayı ve insanları seviyorsanız, düzenli olarak kınanır ve acı gerçeklerle dolu gerçek dünyadaki sonsuz gerçek karakterlerin arasına döndürülmeye çalışılırsınız. Gerçekten, nedir şu ‘gerçek’?

Sözlüklere bakacak olursanız; elle tutulup gözle görülebilen, bireysel bilinçle biçimlenen değil, somut ve nesnel olan varlıklara ‘gerçek’ deriz. Kimsenin yadsımasına mahal vermeyecek şekilde kanıtlanabilen var oluşlara.

Elle tutulur nesnelerden dahi şüphe duyan filozoflar ise görüp dokunduğumuz objelerin bile aslında sadece zihnimizdeki idelerden ibaret olduğunu söyleyerek bizi perişan etmiştir asırlar boyu. Eflatun’a dayanan felsefi görüşte, karşımızda duran ‘sandalye’nin gerçekliğinden bile kuşkulanılır. Aslolan idealardır, nesnelerse idealar dünyasındaki varlıkların kopyalarıdır sadece.

Büyük Eflatun’un “Devlet” adlı yapıtında yer verdiği mağara alegorisi asırlardır tartışılagelmiştir. Bu anlatıda, zincirlere vurulmuş bir grup esirin durumu resmedilerek ‘gerçeklik’ kavramı irdelenir.

Mağarada büyük bir ateş yanmakta, ancak ateş, duvara bakarak duran tutsakların arkasında kalmaktadır. Zincirlerle bağlı bu insanlar hareket edemediklerinden dış dünyadan da bihaberdirler. Tüm gün görebildikleri tek şey, arkalarında kalan ışık nedeniyle mağara duvarına vuran gölgelerdir. Işıkla aralarından birileri geçtikçe ve arkalarında hareket oldukça izleyecek bir sürü gölge oluşur ve televizyonda ne çıksa takip eden yurdum insanı gibi duvardaki gölgeleri izleyerek çıkarımlarda bulunur, fikir yürütürler. Duvarda şekilden şekle giren oynak gölgeler, esirlerin ‘gerçeği’ olur. Takip ettiği basın kanalının sunduğu tüm gölgeleri ‘bilgi’ diye özümseyen medya okumaz-yazmazı gibi sadıktırlar görünüşler bilgisine.

Bir gün esirlerden biri serbest bırakılır. Mağaranın dışına çıktığında tabii ki ışıktan gözleri kamaşan bu özgür şahıs, mağara duvarında gördüklerinin bu ışıl ışıl dünyadakilerden daha ‘gerçek’ olduğuna inanır. Ancak ışığa ve dış dünyaya alışmaya başladıkça fikri değişir. Hatta ışığın kaynağı olan güneşe bile bakabilir hale gelir. Yani başlangıçta, duyduklarına inanmakla mutlu olan birey, düşünmeye davet edildiğinde zamanla idealar dünyasının gerçekliğine erebilir.

Bunu, bizim kuşağın yakın dostu Küçük Prens kendince daha naif ve yalın biçimde özetliyor sanki: “Gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir…” Yani evet, Eflatun gibi diyalektik düşünceden değil yürekten söz ediyor ama sonuçta ikisi de gördüğüne inanmak değil inandığını görmekten bahsetmiyor mu bir nevi?

Çocuklarla yapmaktan çok hoşlandığım çalışmalardan birisi ‘fact/opinion’ konusu üzerinedir. Kendilerine verilen tümcelerde kanıtlanabilir bir ‘gerçek’ mi yoksa ‘fikir’ mi beyan edildiğini bulması beklenen çocuklar, suyun kaynama noktası ile ilgili bir tümcenin nesnelliğinden son derece emindir de annelerinin dünyanın en güzel kadını olduğu gibi konularda duygusallıklarına yenik düşüverirler.

Biliyorum henüz küçükler. Ama ben de ‘aktarabileceğim söz anca karşımdakinin anlayabileceği kadardır’ deyip boşveremiyorum işte. Sistem de gerçeklikten pek hoşlanmadığı ve yaratılmış sanal gerçeklikle manipülasyonun kolaylığını yeğlediği için, her duyduğuna inanan insanlar iyice batıyor artık. Marcus Aurelius’un sözlerini haykırmak istiyorum: “Duyduğumuz her şey bir fikirdir, gerçek değil. Gördüğümüz her şey ise bakış açısıdır, doğru değil.”

Maupassant’ın görüşüne göre dünyada insanların sayısı kadar gerçek vardır. Daha bile fazla olduğu iddia edilemez mi? “Ebedi gerçeklik olmadığı gibi mutlak doğru da yoktur” diyen realist Nietzsche’ye inat edercesine yaşamın gerçekliğine sarılmış Cemal Süreya’ya inanmak da olası tabii:
“Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.”

Hangi görüşe kulak verirsek verelim, yüzümüzü güneşe dönüp gölgeleri arkamızda bırakalım ki kendi gerçekliğimizde keyifle yol almaya devam edelim. Varsın ‘normal’ insanlar bizi gerçekçi olmaya ve acı gerçekleri görmeye davet etsin. Biz hem daha gerçekçi olup hem de imkansızı istemeye devam edelim ve Schopenhauer’u es geçmeyelim:

“En büyük bilgelik, şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır; çünkü tek gerçek odur ve bunun dışında kalan her şey yalnızca bir düşünce oyunudur. Öte yandan, bunun en büyük aptallığımız olduğunu da söyleyebiliriz çünkü bir rüya gibi az sonra tamamen kaybolacak olan ‘şimdiki an’ için asla ciddi bir çaba harcamaya değmez.”